Prof. Yasin Ceylan: En büyük sorun İslam’ın ne olduğu­

01 Eylül 2017 Cuma

Muhafazakâr gençler arasında deizm yaygınlaşıyor mu? Geçtiği­miz hafta pek çok yazarın köşesine taşıdığı bu iddia, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından çıkarılan aylık ‘Diyanet’ dergisinin ağustos sayısında “Deizm, Ateizm, Nihi­lizm Kıskacında İnsanlık” konu­sunun işlenmesinin ardından alevlenmişti.

Peki deizm nedir? Gençler ara­sında gerçekten böyle bir eğilim var mı? Türkiye’de ve dünyada semavi dinlere sempati azalıyor mu?

Habertürk Gazetesinden Kübra Par, bütün bu soruları ODTÜ Fel­sefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Yasin Ceylan’a sordu:

Künbra Par, böyle hassas bir konuyu konuş­mak için Prof. Ceylan’ı seçmesinin nedenini, onun her iki kesimin yani hem ilahiyatçıların hem de felsefe­cilerin iddialarını derinlemesine bilen bir isim olması şeklinde yorumluyor.

Çocuklu­ğunda klasik medrese eğitimi almış, imam hatip ve İlahiyat’ta okuduktan sonra felsefeye yönel­miş, Edinburg’da felsefe doktorası yaptığı günlerde İslam’ı sorgula­maya başlamış ve sonunda deizmi seçmiş bir isim Yasin Ceylan. İngi­lizce, Arapça ve Farsça’ya hâkim; “Bilim, Din ve Felsefe”, “Felse­feci Gözüyle İnanmak”,”Tanrı’ya İnanmak veya İnanmamak” gibi onlarca makaleye imza atan bir akademisyen olarak konuya yak­laşımı, özellikle de İslam ve Müs­lümanlığın bugünkü dünyadaki karşılığı üzerine sözleri tartışma yaratacak cinsten...

PROF. YASİN CEYLAN: BATI'DA DA HIRİSTİYANLIKTAKİ TANRI'YI KABUL EDEN ÇOK AZ KİŞİ KALDI

Dindar muhafazakâr gençler arasında deizmin yükseldiği öne sürülüyor. İmam hatip ve İlahiyat mezunu bir felsefeci olarak bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?

Deizm, tüm evrenin gerisinde hareket veren bir güç olduğuna inanan bir Tanrı inancıdır. Ancak bu Tanrı insanların ilişkilerine karışmaz. Sadece ilk hareketi verir, dolayısıyla bir elçi göndermez, kut­sal kitap göndermez. Yasaklar koymaz. Bir Tanrı vardır ama sadece evrene baş­langıç hareketi veren bir kudrettir. Gençle­rin neden deizme yön­lendiğiyle ilgili ben bir araştırma yapmadım ama Batı basınında da bu tür makaleler çıkıyor. Kutsal kitap­lardaki metinlerin bilimlerle çeliştiğine inananların sayısı arttı. Batı’da, modern çağda artık geleneksel Hıris­tiyanlık inancındaki Tanrı’yı kabul eden, kiliselere giden çok az kişi kaldı.

Gençlerin arasında deizmin yay­gınlaşmasını neye bağlıyorsunuz?

Bunu Sami dinlerinin kısıtlayı­cılığına, insan zihnini belli kalıp­lara sokmasına bağlıyorum. İnanç devri kapandı, insanlar artık bil­giyle hareket etmek istiyorlar. İnancın yerini bilgi ve sorgulama aldı. “Hayır ve şer hepsini Tanrı yaratmış” diyorlar. Birçok rasyo­nel insan “Peki, şer’i niye yaratmış olsun, bu kötülüklerin gerisinde niye Tanrı olsun” diye soruşturu­yor ve sonunda Semavi dinlerdeki Tanrı’ya karşı sempatisini yitiriyor. Hıristiyanlıkta da, İslam’da da böyle oldu. İnsanlar rasyonelliğin daha güçlü olması sebebiyle Sami dinle­rindeki Tanrı’dan uzaklaşıyorlar.

‘İSLAM’IN BATI TİPİ MEDENİYET KURMA İHTİMALİ YOKTUR’

Türkiye’deki gençlerin deizme meyletmesinde İslam dünyasının içinde bulunduğu durumun da etkisi olabilir mi?

İslam medeniyeti diye bir iddia söz konusuysa, o medeni­yet Batı dünyasının tanımladığı bir medeniyet olamaz, çünkü o medeniyetin unsurları daha çok öbür dünyaya yöneliktir. Şimdiki İslam dünyasının 100 yıl öncesin­den daha iyi olduğunu mu sanı­yorsunuz, hiç iyi değil. Yüzyıl önce İslam dünyası başta Osmanlı olmak üzere, galip güçler tarafın­dan paramparça edildi. Aradan yüz­yıl geçti, 50’ye yakın İslam ülkesi var, hangisi ne yapıyor? Özellikle bu son zamanlarda tekrar dini kim­liğe, eğitimde dini kavramlara, başarılı gençlik yerine dindar genç­liğe dönüş ideali var ve bu çok yan­lış. Böyle bir gençliğin Amerika, Avrupa gençliği ile yarışabilmesi size makul geliyor mu?

Ne ilgisi var?

Çünkü Müslüman dünya mut­luluğu peşinde değildir, öbür dünya mutlu­luğu peşindedir. Ben 14 yaşımdayken Kuran-ı Kerim’i Arapça tefsirle­rinden okuyan bir insa­nım. İslam metinlerinin nasıl bir dünya görü­şünü sunduğunu iyi bilirim. İmam hatipte okudum, medreseden geliyorum, İslam’ın ön gördüğü dünya, öbür dünyaya yatırımdır, buraya geçici bakar. Dünya mutluğu ikinci plandadır, asıl mutluluk ertelenmiş mutluluktur. Bununla ilgili, “Burası öbür tarafın tarlası­dır, ne ekersen onu biçersin” gibi birçok hadis var. Bir insanın zih­ninde bu varken neden bu dünyada bu kadar başarılı olsun? Yatırımı öbür tarafadır. İslam’ın Batı tipi bir medeniyet kurma ideali yoktur, ihtimali de yoktur. Batı medeniye­tinde, bilim, sanat, edebiyat, refah, neşe, şiir falan var. İslam böyle bir toplum öngörmüyor. Ben de iddia ediyorum ki dünya mutluluğu olmadan başarı olmaz, dünya mut­luluğu olmadan ahlak da olmaz. Mutsuz insan ahlaklı olamaz, seve­mez. Mutsuzlar arasında dayanışma da olamaz.

Ya o insanlar ahrete çalıştık­ları için mutlularsa?

İnsan tabiatına aykırıdır, insan tabiatı bu dünyaya yönelik mut­luluk ister. Dünyasını mükem­melleştirmeyen insan kim olursa olsun mutsuzdur. Dünyevi mut­luluk, başarı ve ahlakın temelidir. Dünya mutluluğunu by-pass eden herhangi bir düşünce, din, rejim, insanlığa zarar verir.

Ama İslam âlimleri, “Hem dünya hem ahiret için çalışın” der.

Bu bir safsatadır. Her ikisini bir arada yapmak mümkün değildir. O yüzden Müslümanların çoğu ikir­ciklidir. İçten içe refahı, dünyayı, hazları ister ama zihindeki değerler onları günah sayar, öbür tarafı ister. İçi dışı bir olmayan insan olurlar.

ATATÜRK DEİST MİYDİ?

Yaşar Nuri Öztürk, deizmin dine değil dinciliğe karşı oldu­ğunu söylemişti. Tarihteki iki önemli deistin İmam-ı Azam ve Atatürk olduğunu savunuyordu. Bu iddialarına ne diyorsunuz.

Yaşar Nuri Öztürk şahsen tanıdı­ğım bir teolog, çok zeki, çok bilgili bir kişiydi. İslam’ı çeşitli yönlerden analiz edip modern hayata uygun hale getir­meye çalışıyordu. Ancak bir eksiği vardı; Batı dünyasını pek bilmiyordu. Batı’dan gelen unsurların da İslam’da karşılıkları varmış gibi tuhaf yorum­lar yaptı.

Peki deizm konusunda söy­lediklerine hak veriyor musunuz?

Hayır. Atatürk deist olabilir de İmam-ı Azam neden deist olsun. İmam-ı Azam teisttir, İslam’ın Tan­rı’sına inanan bir kişidir. İslam’ı yorum­lamıştır.

PROF. YASİN CEYLAN: ATATÜRK HÜR DÜŞÜNCELİYDİ, MEVCUT SİSTEMDEN GELEN DEĞERLERE İTİBAR ETMEZDİ

“Atatürk deist olabilir” dediniz. Bu bir yorum mu yoksa bilgi mi?

Özel olarak araştırmadım ama sözlerinden, yaşam biçiminden anladığımız kadarıyla pozitivist aydınlanmaya inanan, birçok Fransızca kitap okumuş olan, Batı’yı etrafımızdaki insanların çoğundan iyi anlayan bir insandı. Ateist miydi, deist miydi bilmiyorum ama dini yaşama pek itibar etmezdi. Hür düşünen bir insandı. Bu tür insanlar zaten değerleri kendileri koyarlar, mevcut sistemden gelen değerlere fazla itibar etmezler. Atatürk böyle bir kişiydi, herhangi bir Müslüman değildi. Halkın önünde rakı içecek kadar kendini serbest gören, tarikatları, tekkeleri kapatan, medeni hukuku getiren, şeriatın modern zamanlara pek uygun olmadığını düşünen bir adamdı.

‘DİNİ ÇOK ÖVEN KİTAPLAR OKUYA OKUYA DİNE KARŞI BAKIŞIM DEĞİŞTİ’

“Her deist aynı zamanda bir ölçüde de agnostiktir” tezine katılır mısınız?

Bir bakıma öyledir. Agnostik, “Bilmiyorum” deyip aradan çıkmaktır. “Benim yeteneklerim, aklı havsalam bunu anlamaya, idrak etmeye muktedir değildir” deyip, biraz haddini bilmektedir. Agnostizmin de yine bu asrın cereyanlarından olduğunu söyleyebiliriz.

Siz de kendinizi ‘deist’ olarak adlandırıyor musunuz?

Tanrı hakkında bazı fikirlerim var. Tanrı tarif edilemez. Kutsal kitaplar da, “Ne düşünürsen o değildir” diye yazar. Tanrı’yı reddeden kimse­ler Tanrı’nın bizzat varlığını reddeden değil Tanrı tariflerini reddeden kimselerdir. Çünkü her türlü Tanrı tarifi ve tasviri yanlış ve eksiktir. Benim Tanrı anlayışım, büyük filozof Spinoza’nın Tanrı anlayışına yakındır. Biraz da tabiiyyuna yakın olduğumu söyleyebilirim. Evrenin varlığının son­suzluğuna, ebediyetine inanıyorum. Evren bir nesne değildir ki kimin yarattığını konuşalım. Evrenin gerisine insan aklı yetmez.

İlahiyat okumuştunuz, İmam hatip mezunuydunuz, İslam’a çok hâkimdiniz. Dine dair düşünceniz ne zaman değişti?

Edinburgh’da teoloji-felsefe ilişkisi üzerine doktora yaparken din karşıtı bir şey okumadan dini tavrım değişti. Daha ziyade, dini çok öven kitaplar okuya okuya dine karşı bakışım değişti diyebilirim. Bu da 30’lu yaşlarda başladı, git­tikçe derinleşti ve felsefi tavır haline geldi.

PROF. YASİN CEYLAN: FELSEFEYE GİREN İMANDAN KOPAR, DİNLE ALAKASI KALMAZ

İlahiyat okuduktan sonra kariyerini felsefeye adamış bir akademisyensiniz. İslam’la fel­sefe arasında öteden beri gelen bir gerginlik olduğunu söyleyebi­lir miyiz?

Evet, ikisi arasındaki ilişki sorunlu­dur. İslam tarihinin ikinci asrından iti­baren felsefe Müslüman düşünürlerin zihnine girmişti. Birçok eser Yunan­ca’dan veya daha çok Süryanice’den Arapça’ya çevrilip okunmuştu. Bu seküler bir cereyandı ve yüksek sevi­yede kabul gördü; Farabi, İbn-i Sina, Ebubekir Zekeriya Razi gibi birçok filozofun yetişmesine sebep oldu. İbni Sina ve Farabi kendilerini tamamen felsefeye verdiler. Birçok dini kavramı da felsefi açıdan ele aldılar. Tabii bun­lar problem yarattı. 11. asırda Gazzâli geldi, bu kişilerin dinden saptıklarını ve bu sapkınlıkla küfre girdiklerini söy­ledi. Tahafüt al-Falasifa adlı eserinde filozofları eleştirdi ve felsefeyi dine zarar veren bir disiplin olarak ortaya koydu. Buna karşılık İbn Rüşd, yakla­şık bir asır sonra, “Tehafütü’t-tehafüt” (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı kitabı yazdı ve “Aslında Kuran-ı Kerim’de felsefi düşünceyi savunan birçok ayet vardır” deyip Gazzâlî’yi eleştirdi. Zaman içinde Gazzâlî’nin kitabı çok etkin oldu, İbn Rüşd’ünki ise olmadı. İbn Rüşd’ün, “Bir hakikat birliği var; ya inançla ya da felsefi tefekkürle yakla­şırsın ama hakikat değişmez” gibi bir iddiası var. Ama bana göre felsefe ile inancı birbirinden ayıran Gazzâlî daha doğru şeyler söylüyor; felsefe ayrıdır, inanç sistemi ayrıdır. Aynı şeyleri söy­lemezler. Felsefe hakikatin peşindedir, inanç sisteminde ise hakikat aranmaz.

Öyleyse felsefeyle ilgilenen­ler İslami açıdan küfre girmiş olur mu?

Felsefeye giren zaten geleneksel imandan kopmuştur; rasyonellik ağır basmıştır, inançlarında şüphe ortaya çıkmıştır. Şüphe ile iman da yan yana kalamaz. Felsefi düşünceyi dinin hiz­metine sokmaya çalışanlar da var ama onlar felsefeci değildir. Onlar felsefi araçları din için kullanıyorlardır. Fel­sefenin içinde olan kimselerin dinle, inançla fazla bir alakaları kalmaz, şüp­heci olurlar. Konformist olamazlar.

Sizin yaşadığınız da bu muydu?

Ben teologdan ziyade, bir felsefeciyim. Felsefe dersi veren ve felsefe yapan biriyim, dolayısıyla benim teolog vasfım kalmamıştır. Ama teoloji eğitimi gördüğüm için o alana profesyonelce bakabiliyorum. Batı düşüncesini merak ettim. Yıllarca ortaçağ felsefesi dersi verdim. Batı filozoflarının kitaplarını okudum ve o isimlerden etkilendim. felsefecilerin cenahına kaydım ve teologları da karşımda buldum. Onlarla konuşmayı seviyorum ama onlar beni pek sevmezler. (Gülüyor)

PROF. YASİN CEYLAN: EN BÜYÜK SORUN İSLAM’IN NE OLDUĞU

Halk dindarlığıyla İslami elitlerin İslam’ı arasındaki makas ne kadar açık, aynı dine mi inanıyorlar, yoksa artık herkesin kendi realitesi mi var?

İslam dini 14 asır içerisinde farklı şekillerde yorumlandı. Tek bir otorite olmadığı için herkes kendi tarafına çekiyor. Bugünkü IŞİD militanları dinsizlerle, ateistlerle, şeriatla yönetilmeyen toplumlarla mücadele etmeyi ayetlere dayandırıyor. Bu ayetleri yorumlayan Seyyid Kutub gibi kimselerin eserlerini referans göstererek bu tür hareketlere başvuruyorlar. Diğer taraftan da pasifist, İslam’ı barışçıl yaşayan Anadolu halkı var. Namazını kılar, orucunu tutar, kimsenin dinine imanına karışmaz. İslam, Anadolu’ya gelirken oradaki mevcut inançları ve pratikleri yok etmedi. Arap Yarımadası’nda da İslam’dan sonra Cahiliye döneminden kalma her şey alt üst olmadı. Evlenme boşanma ritüelleri aynen kabul edildi. Dolayısıyla, bir din komple her şeyi değiştirmez. Anadolu’ya gelen İslam da oradaki yaşam modelini tamamen değiştirmedi.

Bugün Anadolu’da yaşanan din anlayışı ile din âlimlerinin din anlayışı arasında bir açıklık var mı yani?

IŞİD ortaya çıkıp Irak bölgesine girince Türk bir ilahiyat profesörü, “IŞİD’in bugüne kadar İslam’a aykırı yaptığı hiçbir şey yok” demişti. Enteresan değil mi?

Cihatçı Selefiliğin İslam’da yeri var mı?

Bunların dayandıkları birçok hadis var, ne diyebiliriz? İslam’ı fevkalade barışçıl bir din ola­rak görenler olduğu gibi mücadeleci, cihatçı olarak gören anlayışlar da var.

Sizce hangisi gerçek İslam?

İşte en büyük sorun İslam’ın ne olduğu­dur. 2013’te, dönemin Cumhurbaşkanı Abdul­lah Gül ile görüşüp ona bir teklifte bulundum. “Kendi himayenizde İslam ulemasını İstanbul’da bir araya getirin. Bu kişiler de 10 gün tartışıp bir manifesto yayınlasınlar” dedim. Çünkü birçok yorum var. İslam’ın ne olduğuyla ilgili bir kaos yaşanıyor. Bir kulağından girip diğerinden çıktı. Kimse “Bu doğru, bu yanlış” diyemiyor. Kimisi geleneği esas alıyor, kimisi de Kuran bugün inmiş gibi yorumlar yapıyor. İslam’ın modern unsurlar karşısında tavrının ne olduğunu tam olarak bilmemiz mümkün değil.

‘İSLAM EVRENSEL İDDİALARDAN VAZGEÇECEK’

Bu anlamda İslam’ın aydınlama çağı yaşandı mı yoksa böyle bir ihtiyaç halen önümüzde duruyor mu?

İslam’ın yabancı kültürle ilk karşılaşması 8. asır ve 12. asır arasında Eski Yunan ve Pers kül­türü ile oldu. O karşılaşmadan büyük bir sentez çıktı; İslam felsefesi, İslam kültürü bu karşılaş­manın ürünüdür. Ama İslam uleması bunu red­detti. “Bunlar İslam’a aykırı şeylerdir. O zamanki filozoflar, şairler İslam’dan sapmışlardır. O kültürü reddediyoruz” dediler. Hıristiyanlık gibi bir refor­masyon İslam’da mümkün görünmüyor. Modern çağ kendini gençliğe hissettiriyor. Bunun İslam âlemine etki­sini de görüyoruz. Bir insan hem Müslüman kalıp, hem de modern yaşayabilir mi?

Yaşayamaz mı? İslam bundan sonra bir aydın­lanma dönemi geçi­remez mi?

İslam bireysel ter­cih haline dönüşüp evrensel iddialar­dan vazgeçecek. Din kamusal alanda bir faktör olmaktan çıkıp birey­sel alana kayacak, bireyin kendi iradesi ve ona uygun yaşam biçimiyle sınırlanacaktır. Toplumsal hayatta kültür ve yaşam unsuru olmaktan çıka­caktır. Bunu Batı medeniyeti dayatacaktır. Bu aydınlanma zorla olacaktır. İslam uleması, “Gelin bir şeyler yapalım, 14. asır bugünkü yaşam biçi­minden çok farklı, bir sentez yapalım” demeye cesaret edemeyecektir. Modern yaşam biçimi kendini empoze edecektir ve İslam zoraki olarak bireysel tercihe doğru itilecektir.

İslam’ın şu anki meselesi yeniden kaynaklara dönüş mü yoksa kaynaklardan kopuş mu? Yüzlerce yıl modern dünya ile karşılaşmaların ürettiği yeni sorulara yeni cevaplar üretme ihtiyacı şu an nasıl tezahür ediyor?

Modern yaşayan, seküler dünyanın normlarını kabul eden, dünya mutluluğunun peşinde olan ahiret hayatını bir kenara iten bir sürü Müslüman vardır. Bunlar zaten kaynaktan kopmuşlardır. Bir de kaynağa bağlı kalmak isteyenler vardır, onlar da zorluk içerisindedirler. Modern hayatın gerekleriyle İslami kaynaklardan gelen normlar arasında bir uçurum gördükleri için ne yapacaklarını bilemeyenlerdir. O kaynaklara dönüş ile modern insana bir yaşam biçimi öneremeyeceklerdir.

Ya “Hadisleri bir kenara bırakalım, sadece Kur-an’ın kendisine bakalım” önermesi?

Yetersizdir, hadisleri nasıl bir kenara bırakalım? Kaç nesil hadisleri nakletmiş büyük bir literatür var. Kur’an tüm asır için geçerli prensipleri ortaya koyuyor da hadisler koymuyor. Kur’an ayetlerinin geliş sebebi, Esbab-ı Nüzül denilen bir tefsir var. Hangi ayet hangi şartlarda indiğini yazıyor. Kur’an’daki ayetler o zamanki Mekke ve Medine’de yaşayan insanların yaşam biçimini yansıtıyor. Dolayısıyla 14 asır sonra başka yabancı bir medeniyetin etkisi altında yürütmeye çalışmak mümkün değildir. Bunun tek çıkar yolu inancı bireyin, bireysel iradesine bırakmak. Aksi halde eğitimde, hukukta, sosyal ortak değerlerde bir unsur olarak kabul etmek fevkalade zorluk çıkarır.

Bu anlamda bireylerin dini anlamaktaki çıkış yolu kaynaklara dönüş mü olmalı yoksa kaynaklardan kopuş mu?

Birey kaynaklara dönemez, nasıl dönsün? İlahiyatçılar bile kaynaklara dönemiyor. O kaynaklara uygun olsun olmasın, çağdaş yaşamın gereklerini yerine getirecektir. Eğitimde, sosyal yaşamda namaz vakti herkesin camiye gitmesi, dükkânların kapanması; kutlu doğumun herkes tarafından kutlanması gibi şeyler zamanla önemini yitirecektir. Din bireysel alana kayacak, insanın iç dünyası olarak sınırlanacak.

Peki, bu bir yozlaşma olarak da yorumlanabilir mi?

Yozlaşmadan ziyade radikal bir değişim­dir. Yeni medeniyetin şartlarını kabullenmektir. Başka türlü yaşayamazsın. Başka ülkeye git­tiğinde nasıl abdest alacaksın, nerede namaz kılacaksın, çalışan insan nasıl o kadar saat aç kalacak, o kadar vergi ödeyen adam nasıl zekât ödeyecek? Bunlar zamanın kodlarıydı, zaman geçtikçe de bu kodlar zoraki olarak değişmiştir. Dolayısıyla İslam ulemasının İslam’ı aktif bir din olarak toplumsal hayatta uygulanan kodlar ola­rak istemeleri bana göre zor bir irade biçimidir.

PROF. YASİN CEYLAN: EN FAZLA SAVAŞ MÜSLÜMAN-MÜSLÜMAN HIRİSTİYAN- HIRİSTİYAN ARASINDA OLMUŞTUR

Genel anlamda Şii ve Sünni ayrımı mezhepsel ayrılık yeterince kapsayıcı mı yoksa bugün bunların altında yüzlerce anlayış ve fraksiyondan söz edilebilir mi?

İnsanlık tarihinde dine inananlar ve inanmayalar arasında savaşlar pek olmamıştır. Olmuşsa da nadirdir. Çok az zaiyat vardır. En çok ölen, öldürülen dinler arasındaki savaşlardadır. Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki savaşlardan fazlası Müslüman-Müslüman, Hıristiyan-Hıristiyan mezhepler arasında olmuştur. İnanç üzerine dayanışma çoğu zaman patolojiktir. En çok Tanrı’ya inananlar birbirlerini öldürmüşlerdir ve Tanrı adına öldürmüşlerdir.

Yani İslam’ın kendi içindeki tartışmaları inançsızların ya da kendi dinine inananların daha mı önüne geçti?

Müslümanların hem dış dünyayla, hem kendi aralarında tartışmaları vardır. İkisinde de barışçı değildirdiler. Bugün Türkiye’nin yarısı seküler, diğer yarısı ise dindar bir yaşama yönelmiştir. “Bizden olan, bizden olmayan” diye bir ayrım var. Mütedeyyin kendisi gibi inanmayanı sevmez. Dindarlığın tabiatında bu var. Onlar ibadeti ahlaktan sayıyorlar. İman prensiplerinin ahlakla hiç alakası yok. Ahlak ayrı bir şeydir. Bunu yapmayanı ahlaksız sayıp dost kabul etmiyorlar. Sadece kendilerinin doğru yolda olduklarını düşünüyorlar. Geleneksel dindarlığın bu tavırdan vazgeçmesi lazım.

‘DİNDARLIK 15 SENE ÖNCE DAHA MAKULDÜ’

‘İslam’ın politikleşmesi’, ‘Batı emperyalizmine karşı İslamcılık’ gibi kavramlar dinin politikleşmesini mi, politikanın dini kullanmasını mı getiriyor?

İkisi de yanlıştır. Emperyalizme karşı bir mücadele verilebilir ama bunun için dini kullanmak yanlıştır. Arap Baharı’nda, Arap diktatörlüğüne karşı dinci gruplar ortaya çıktı ve sonradan bunların daha diktatoryal yapılar olduğu görüldü. Zulüm devam etti. Müslüman Kardeşler Mısır’da yönetimi sağlayamadılar. “Seçimle gelmiş, devam etsin” dendi. Ama ilk aylardaki icraatlarına bakın! Dinin politikaya alet edilmesi ve politik bir iddia olarak ortaya konması hem kişilere, hem de dine zarar vermiştir. Bana göre dindarlık 15 sene önce daha makul, daha kabul edilebilir bir yaşam biçimi öngörürken, bugün belki bu vasfını yitirdi. Eskiden namaz kılmayan kişi camiye giden birini görünce, “Bana da dua et” derdi. Ama şimdi birbirlerine düşman oldular. Ezan sesi daha makuldü. Yaşar Nuri Öztürk de buna karşıydı, “Neden yüksek sesle ezan okuyorsunuz?” diyordu. Neden insanlar camiye yakın evlerden kaçıyor, neden insan sesiyle değil de büyük hoparlörle ezan okunur, bunların cevabını vermeleri gerekiyor. İslam’ın ilk dönemlerinde insan sesi nereye kadar giderse o şekilde okunuyordu. Hoparlörden yüksek sesle okumak, dini başka biçime sokmaktır. Nahoş bir durumdur.

‘EVRİM TEORİSİNİN MÜFREDATTAN ÇIKMASI YANLIŞ’

Evrim teorisinin Milli Eğitim müfredatından kaldırılmasına ne diyorsunuz?

Evrim teorisi bir buçuk asırdır güç kazanmaktadır ve modern biyoloji, evrim üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla, öğrencilerin tam kavrayamayacağını düşünüp bundan vazgeçilmesi doğru değildir. Ona bakarsanız öğrenci yaradılışı da tam kavrayamaz, bu daha aklen kabulü zor bir teoridir. O yüzden, bilimsel doğru ne ise, onu bir şekilde öğrenciye vermek lazım.

Türkiye’de yaygın bir kesim evrim teorisinin İslam’a karşı olduğuna inanıyor. Siz evrim ve İslam tartışmasına nasıl bakıyorsunuz?

Bilimin kutsal kitaplara uygun olması gibi bir şartı yoktur. Bu kutsal kitaplar modern bilim olmadan vardı. Dolayısıyla, bu bilgilerin bu metinlerde olması zaten mümkün değil. Kutsal kitaplar genelde ahlaksal değerleri yüceltmeye çalışan metinlerdir, bilimsel bilgilere ihtiva etmezler. O yüzden, bilimin kutsal kitaba uygun olması gibi bir şart olamaz. Zaten çoğu zaman da değildirler. Mesela, Kitab-ı Mukaddes’e göre insanlığın 6 bin yıllık bir tarihi var. Hâlbuki şimdi milyonlarca yıl öncesine gidiliyor. Dolayısıyla, bu metinlerin bilime uygun olup olmadığı sorusu gereksizdir.

‘Cihat’ kavramının müfredata girmesi de tartışma yarattı...

Cihat kavramı bilhassa son dört beş yıldır İslam ülkelerindeki Arap Baharı ve IŞİD, El Nusra gibi militan gruplarla gündeme geldi. Bunlar saldırılarını cihat adına, kutsal bir amaç uğruna yaptıklarını söylüyorlar. Bu kavram günümüzdeki İslami terör örgütleri tarafından kirletilmiştir, aslında cihat kavramı nefis mücadelesiyle alakalıdır. Cihat geleneksel anlamıyla İslam uğruna, vatan uğruna savaşmaktır. Ancak bunun müfredatta İslami bir gereklilik olarak öğretilmesi yanlıştır. Vatan savunmasını profesyonel ordular yapar. Çocuk yaştaki insanlara çatışmacı bir ruh aşılamak yanlıştır. Şu anda Milli Eğitim’de verilen, hatta kültürde mevcut olan Kurtuluş Savaşı atmosferini de eleştiriyorum. Kurtuluş bitti, yüz yıla yakın bir süre geçti. İnsanları devamlı bir mücadele atmosferi içinde tutmak yanlıştır, onların verimliliğini ve psikolojisini bozar.

Müftülere nikâh kıyma yetkisinin verilmesine nasıl bakıyorsunuz?

Yanlış. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri belediyeler bu nikâh meselesini zaten yerine getiriyorlar. Resmi görevliler var. Bu alanda bir sorun çıkmadı, neden müftü yapıyor? “Müftü de resmi bir görevlidir, o da kayıt tutuyor” denebilir fakat belediyeden alıp müftüye vermek İslamlaştırma iradesidir.

Resmi nikâha ve medeni kanuna göre kıyıyorsa neden İslamlaştırma iradesi olsun?

Ama bunu neden din adamı yapıyor? İsteyen zaten bir din adamı huzurunda bu evliliği tasdik ettiriyor. Evlenmek üzere olan birkaç çift, “Sorunumuz var, sıra bekliyoruz. O yüzden müftüye gidelim” derse anlarım. Ama öyle bir zaruret yok. Mevcut iktidarın devlet pratiklerini dine uygun hale getirme gibi bir misyonu var. Bunu görüyoruz

“İBADET İNSANI DÜRÜST YAPAR, BAŞARILI KILAR” DİYEMEYİZ

“İlkokullarda bile mescit düşünülüyor. İlkokuldaki çocuğun namaza yönlendirilmesi doğru değildir. İlkokuldaki çocuk büyüme ve etrafını anlama çağındadır. “Bir Tanrı var, seni sürekli gözetliyor. Sağında solunda melekler var” gibi bilgileri vermek ona zarar verir. Ondan sonra, teneffüste oynamak isteyen çocuk gidip namaz kılacak. Daha akil baliğ olmamış. Kendisi büyüsün, namazı niyazı o seçsin. Biz nasıl bir insan istiyoruz, buna karar vermek gerekir. Dindar bir insan mı istiyoruz? Başarılı bir insan istiyoruz. Dindar insan başarılı insan mıdır, ahlaklı mıdır? Görüyorsunuz, Fethullah’ın ağzından Tanrı, peygamber, hadis düşmez; her türlü dini söylemi ortaya koyar. Ama icraatına bakın. Bu kadar insan katledildi. Binlerce insan işinden oldu ve bunun tepesinde bir din adamı var. “İbadet insanı dürüst yapar, başarılı kılar” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Ama öyle insanlar da vardır.”

‘İNANANLAR KÖTÜLÜK YAPIYORSA BUNDAN O İNANÇ SİSTEMİ SORUMLUDUR’

“İslam’ın söylediğinin de tam tersi bir toplum oluşuyorsa, buna inananlar ve bu metinle insanların icraatının arasındaki boşluğu doldurmayanlar bundan sorumludur. Bir inanç sistemi var, bir grup insan var. Onlar bir sürü kötülük icra ediyorlar ama onların inançlarına baktığımızda pek kötülük görünmüyor. Bunda yine o inanç sistemi sorumludur. Büyük iyilikleri, dürüstlüğü ortaya koyan bir metin ve o metni temel olarak kabul eden insanlar bunun tam tersini yapıyorsa, o metni ne yapacağız? Övecek miyiz, eleştirecek miyiz? “O metin, bir şekilde insanların eylemlerine yansımıyorsa onun bir anlamı yoktur” diyorum.”

Habertürk Gazetesi - Kübra Par