Prof. Kurşun: Uluslararası sistem yeni aktörler istiyor
Uluslararası Teknolojik, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) tarafından 27. Haliç Buluşmaları kapsamında, “Suudi Arabistan’ın Yeniden Kurulması ve Ortadoğu’nun Geleceği” konulu konferans düzenlendi.
UTESAV Mütevelli Heyeti Başkanı Mehmet Develioğlu’nun açılış konuşmasıyla başlayan program, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Zekeriya Kurşun’un katılımlarıyla MÜSİAD ev sahipliğinde gerçekleştirildi.
Suudi Arabistan ve Vahhabilik mezhebinin tarihsel arka planını anlatarak konuşmasına başlayan Kurşun, Suudi devletinin üç aşamada meydana geldiğini belirtti. 18.yüzyılda Muhammet Bin Abdülvahap’ın İbn-i Teymiye ve İbn-i Cezmiye gibi İslam âlimlerinin fikirlerinden yola çıkarak Hanbeli mezhebini yeniden yorumladığını vurgulayan Kurşun, kısa süre sonra Suudi ailesinin de desteğiyle bu yeni mezhebin Arabistan coğrafyasında yaygınlık kazandığını ifade etti. Muhammed Bin Suud ile Muhammed Bin Abdülvahap arasında 1744 yılında iki maddelik bir anlaşma imzalandığını sözlerine ekleyen Kurşun, 1. Suud devletinin bu ittifak neticesinde kurulduğunu kaydetti.
Mekke ve Medine’nin Suudlar tarafından işgal edilmesi üzerine Osmanlı’nın bu girişime dâhil olduğuna değinen Kurşun, 1818 yılında 2. Mahmut tarafından görevlendirilen Mehmet Ali Paşa tarafından, Abdülvahap’ın yakalandığını ve Sultan Ahmet Meydanı’nda idam edilerek bu ilk devlete son verildiğini söyledi.
Daha sonraki dönemlerde Osmanlı Devleti tarafından Suudi ailesinden İmam Faysal’ın Diriye bölgesinde vali olarak görevlendirildiğini belirten Kurşun, 2. Abdülhamit’in tahta gelmesinin ardından yeni bir sürecin başladığını ifade etti. 20.yüzyılın başlarında Vahhabilik hareketinin ivme yakaladığının altını çizen Kurşun, “ Vahhabiler, Balkan Savaşları esnasında Osmanlı’nın bölgedeki asker sayısını azaltmasıyla önemli bir güç haline geldi. Akabinde meydana gelen 1.Dünya Savaşı’nda da bağımsız hareket ettiler. Osmanlı’ya karşı bir tutumu yok ancak Padişah’ın cihat fetvasına da bir destek verilmedi. “ dedi.
Türkiye İle Yakın İlişki
Mondros Mütarekesi ve sonraki yıllarda Suudilerin, Mekke ve Medine’nin, Şerif Hüseyin’den alınması için yoğun bir çaba harcadığını vurgulayan Kurşun, “ 1923, 1924 ve 1925 yıllarında Türkiye’deki gazetelerde Suudilerin haklı bir mücadele yürüttüğüne dair bir izlenim söz konusu. 1925 yılında Mekke ve Medine’nin ele geçirilmesinden sonra Abdülaziz Bin Suud tarafından İslam Kongresi düzenlendi. Bu konferansa Gazi Mustafa Kemal tarafından görevlendirilen İstanbul Mebusu Edip Bey de katıldı. 1926’da Medine’de maslahatgüzarlık açıldı. Böylece Türkiye, Suud Devleti’ni henüz resmi olarak kurulmadan tanımış oldu.” diye konuştu.
Batılı Güçlerle İttifak Kuruldu
1950’li yıllardan itibaren Suudi ailesinin petrolden pay almaya başlamasıyla bölgede büyük bir nüfuz elde ettiğine işaret eden Kurşun, petrolün çıkarılmasıyla birlikte Suudi Arabistan’ın Batı blokunun en önemli müttefiki haline geldiğini kaydetti. 1979 yılında Humeyni tarafından İran’da yapılan devrimle dengelerin bir kez daha değiştiğini vurgulayan Kurşun, “Suudiler, İran’ın ne olabileceğini çok iyi anladı; kendileri gibi aşırı uçlarda yeni bir hareket ortaya çıkmıştı. Bu durum, yeni bir husumetin şekillenmesine imkân veren en önemli noktaydı. Halen İslam dünyasının iki ötekisiyle karşı karşıyayız. Suudiler, Arabistan’daki Şiiler üzerinde baskı uyguladı. Bahreyn bir ülke değil ama yüzde 60’ı Şii, burayı da etki altına almaya çalıştı. Keza aynı şekilde Kuveyt’i de etki altına almaya çalıştı.“ şeklinde konuştu.
Bu durumun hem İran’ın hem de Suudi Arabistan’ın uluslararası alanda durumu kendi lehlerine çekebilmek için bir fırsat olduğunu söyleyen Kurşun, “Suudiler, Yemen’de Husilere savaş açtı. Kral Selman bu savaşı bir prestij haline getirmek istedi ancak yenilgiler başlayınca içerde bir prestij arayışına girdi. Savaşın getirdiği maliyetlerle ekonomi zor duruma düşünce 2030 vizyonu doğrultusunda özelleştirme, üretim ve toplumsal katılımı öncelikleyen bir sistem arayışına yöneldiler. Bölgede Suudilerin üretim içerisinde yer almaması ve ülke dışında eğitim alan kişilerin sisteme entegre edilememesi üzerine yeni model arayışına girildi. Bu noktada yeni veliaht, “Biz mutedil İslam’a dönüş yapacağız.” dedi. Bizde ‘ılımlı İslam’ olarak tarif edilen anlayış. Ama ‘mutedil İslam’ bu demek değildir. Vahhabilik ilkelerini yeniden uyarlayarak mevcut sistemde 2030 vizyonunu destekleyecek bir fetva yapısı oluşturmak istiyorlar.” ifadelerini kullandı.
İslam Dünyası İkiye Bölünmek İsteniyor
Bu gelişmelerin İslam dünyasında olumsuz sonuçlara yol açabileceğini ve radikalizmi körükleyeceğini vurgulayan Kurşun, “ Bu gelişmelerle İslam dünyası ikiye bölünmek isteniyor. Bölgede uluslararası sistem yeni aktörler istiyor. Bu aktörlerin de eski alışılmış yapıları dönüştürmesi bekleniyor. Şu an, Suudi Arabistan ve onun desteklediği ülkeler, İsrail ve ABD aynı blokta yer alıyor. Öbür tarafta ise bir Ortadoks, bir Şii ve İslam dünyasının umudu olan bir Sunni devlet var. Son girişimler bu resimlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Burada hiçbir tarafa doğrudan doğruya bunu niye yaptınız deme şansımız yok. Çünkü sistem buna doğru gitti. Ama bu taşınabilir bir sistem midir? Şu an önümüzde duran problem bu.” değerlendirmesinde bulundu.