Şu anda geçerli açıklamaya göre, Dünya’nın “çorba” olarak tabir edilen karışımında 3,8 milyar yıl önce RNA’nın büyük çoğunlukta olduğu düşünülüyor ve önce RNA’nın oluştuğu, ardından DNA’nın geldiği ve bizim anladığımız mânâda karmaşık hayata yol açtığına inanılıyor.
Bulgular onaylanırsa, bu RNA’nın DNA’ya yol açtığı anlamına gelmez – ancak düşündüğümüzden daha erken bir vakitte, en azından ilkel bir biçimde, DNA’nın var olduğunu söyleyebiliriz.
Kaliforniya’daki Scripps Araştırma Enstitüsü’nden bilim insanları, RNA’nın DNA’ya dönüşmediği kanısında, iki molekülün aynı zamanda aynı yerde bulunduklarını düşünüyorlar. Araştırma ekibinin başındaki isim olan Ramanarayanan Krishnamurthy, şöyle diyor: “Yalnızca RNA içeren bir dünyanın varlığına inanıyorsanız bile, onunla beraber bulunan bir şeyin ona yardım ettiğine inanmak zorundasınız. Prebiyotik aşamada bazı fantastik kimyasal reaksiyonlarla RNA’nın DNA’ya dönüşmesinden ziyade, neden DNA ile RNA’nın beraber büyüdüğünü düşünmüyoruz?”
Araştırmada, RNA ve DNA’nın gerçekten aynı iskelet yapısını paylaşıp paylaşmayacağı test edildi ve iki molekül karıştırıldığı zaman çok kararsız bir yapı oluştuğu bildirildi. Bir ihtimalle RNA dünyasındaki bu ara moleküller daha kararlı RNA moleküllerine dönüşümde kendilerini feda ettiler veya birbirleriyle eşleşmeyi başaramadılar.
Günümüz hücrelerinde bile, RNA nükleotidlerinin bir DNA sarmalına kazara eklenmesi sonucunda enzimler derhal olaya müdahale etmektedir – 3,8 milyar yıl önce RNA’nın bu türden bir korunma mekanizmasına sahip olmadığı düşünülüyor. Krishnamurthy, “RNA’dan DNA’ya geçişte bunları birbirinden ayrı tutacak mekanizmalara ihtiyaç vardı” diyor.
Bulgular Genel Kanaati Sarsacak Nitelikte
Geniş kabul gören görüşe göre, Dünya’da kendini kopyalayabilen ilk molekülün, hatalarına rağmen, RNA olduğuna inanılıyor. Pek çok araştırmacı, RNA’yı oluşturan küçük parçacıkların DNA’yı oluşturan iskele yapısı ile karıştığını ve özgün sarmalların oluştuğunu düşünüyor. Bu özgün moleküllerin RNA’dan DNA’ya geçen bir ara basamak olduğu ve kimyacıların bu yüzden ilgisini çektiği düşünülüyor.
Bu arada RNA’nın (ribonükleik asit), DNA’ya (deoksiribonükleik asit) nazaran “büyük moleküler kuzen” olduğunu burada hatırlatmadan geçmeyelim. Yapıları oldukça benzer olsa da, RNA’nın DNA’ya ait merdivenin bir tarafına benzediği görülüyor – RNA, DNA’ya göre daha kırılgan ve daha az esnek, bu sebepten dolayı genlerimizi oluşturan nükleik asidin DNA olduğu düşünülüyor
Angewandte Chemie isimli çok popüler kimya dergisinde yayınlanan makalelerinde, araştırma ekibi Dünya’nın ilk çorba benzeri ortamında muhtemelen benzer içeriğe sahip olacak şekilde, RNA ve DNA aynı zamanda beraber bulundular. Araştırma ekibinin bulguları onaylanırsa, bu RNA’nın DNA’ya yol açtığı anlamına gelmez – ancak düşündüğümüzden daha erken bir vakitte, en azından ilkel bir biçimde, DNA’nın var olduğunu söyleyebiliriz.
Barbaros Akkurt - bilim.org (Science Alert)
Yorumlar