Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Merve Seren'in makalesi
"Sizin saatiniz ancak bizim de zamanımız var." Bu cümle halihazırda Afganistan’da gelinen durumu en güzel niteleyen cümle. Asimetrik bir savaşta, güçsüz tarafın zamanla dengeleri nasıl kendi lehine çevirebildiğinin bir göstergesi. Bir terör örgütünün en zayıf duruma düştükten sonra küllerinden yeniden doğarak masadaki pazarlıkta avantajlı aktör konumuna evrilişinin hikayesi. Bir zaman kazanma stratejisi ve zamanla, halkı meşru hükümete ve Batılı güçlere karşı direnişçi konuma getirme taktiği ve başarısı. Öyle ki, zamanında Taliban'dan kurtulmak için ABD öncülüğündeki NATO ve koalisyon güçlerinin ülkedeki varlığından son derece memnun olan grupların, bugün "yabancı güçler ülkeyi terk etsin" diye Taliban’a bir şekilde destek verdikleri bir döneme tanık olunuyor. Hatta Taliban’ın kazanma stratejisinin bir ayağı olarak “vekalet savaşının” sunduğu nimetlerden istifade etmek için tüm devletlerle açık yahut örtülü işbirliği yapan bir aktöre dönüştüğü görülüyor.
Nitekim Batı’nın “saatine” yani “askeri ve istihbari ileri teknolojisine ve parasına” karşın Taliban, en güçlü silah olarak zaman, sabır ve halk desteğini ön plana taşırken, asker-sivil ayrımı yapmaksızın kitle ölümlerine yol açan ve büyük yankı uyandıran stratejik seviyedeki sürpriz terör saldırılarından, tehdit ve cezalandırma eylemlerinden, uyuşturucu ticareti gibi illegal faaliyetlerinden vazgeçmedi. Bugün “meşru” bir siyasi aktör konumuna getirilmeye çalışılan Taliban militanlarının 2017’de askeri üniforma giyerek Mezar-ı Şerif’teki askeri üsse sızıp, üsse ait camide Cuma günü intihar saldırısı gerçekleştirerek 100’den fazla kişinin ölümüne ve bir o kadar kişinin de yaralanmasına neden olduğu unutulmamalı. Yine 2019’da Taliban’ın Nangarhar’daki caminin içerisine döşediği patlayıcıları Cuma namazı esnasında patlatarak 70’e yakın kişinin ölümüne, 100’den fazla kişinin yaralanmasına yol açtığı da hatırlanmalı.
Türkiye açısından değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve şu ana kadar Afganistan’da hiçbir zaman muharip unsur olarak kinetik operasyonlara katılmaması bir avantaj. Ancak Taliban'ın seküler bir ülke olarak Türkiye'nin mevcudiyetini bir baskı olarak yorumlayacağı yönünde görüşler mevcut.
Afganistan’da Taliban'ın dönüşünü sağlayan nedenler
Bu ve benzeri birçok kanlı saldırının altına imza atan Taliban nasıl oldu da bugün Afganistan’da teritoryal kontrolünü hızla genişletti, 200’e yakın ilçeyi düşürdü ve önceki gün Afganistan-Pakistan sınırında bulunan Spin Boldak sınır noktasına bayrağını asabildi? Bu süreçte belirleyici olan faktörler şu şekilde sıralanabilir:
Birincisi, Batı ve NATO ile özdeşleşmesi itibarıyla ABD’nin yol açtığı her bir hata 19. yüzyılda İngilizlerin bıraktığı Batı düşmanlığı mirasını yeniden körükledi. Bu bağlamda ABD’nin iki temel hatasından bahsetmek mümkün. İlk hata ABD, NATO ve aslında çokuluslu bir katılım olarak hayata geçirilmeye çalışılan “ulus/devlet inşasında” yaşanan başarısızlıkta açığa çıktı. Her ne kadar Afganistan’da yeniden yapılandırma çalışmaları ve devlet inşa süreci iyi niyet taşısa da Batı’nın Afganistan’a dair “sosyokültürel yetkinlikten” yoksun olması ülkede zaten kırılgan olan etnik ve dini yapının daha da ayrışmasına sebep oldu. Örneğin Afgan Ulusal Güvenlik Güçleri oluşturulmaya çalışılırken, Afgan askerine ve polisine verilen eğitimler dahi kültürel istihbaratın zayıf olmasından ötürü -karşılıklı güven inşa etme vb.- birçok başarısızlığa yol açtı. Keza Batı'nın sosyal-kültürel yetkinliğinin son derece yetersiz kaldığı ulus inşa girişimleri yüzünden, Afgan toplumunda üç ana unsuru teşkil eden Peştunlar, Tacikler ve Türkler arasında telafisi pek de mümkün olmayan bir bölünme yaşandı. Afganlıların bugün elektronik kimlik kartlarında Peştunlar tek bir kavim olarak gösterilirken, Türk asıllıların 70 farklı kavim üzerinden adlandırılıp az ve küçük gösterilmesi bu ayrışmanın en somut neticelerinden biri. Öyle ki, ekseriyeti Peştun kökenli olan Taliban hareketinin bugün “din savaşı”ndan ziyade “etnik temizlik” yürüttüğüne dair görüş kuzey bölgesinde yaygın şekilde zikredilmekte. Son olarak NATO’nun kinetik operasyon misyonunu sona erdirip, ülkenin bütün güvenlik ve savunmasını henüz tam olarak yetkinliğe kavuşmamış ve hatta “hayalet ordu” kavramıyla nitelenen Afgan Ulusal Güvenlik Güçlerine devretmesi, Taliban’ın güçlenmesine yol açan bir diğer faktör oldu. Bu kapsamda NATO tarafından istihbarat, eğitim, danışmanlık gibi destekleyici faaliyetler icra edilmeye devem etse de bu Afgan savunmasında büyük bir kırılganlık yarattı.
Diğer hata ise ABD’nin “Terörle Küresel Savaş” politikasının merkezi olan Afganistan’da terörle mücadeleden ziyade teröristle mücadele etmesiydi. Bu bağlamda son teknoloji ürünü askeri ve istihbari platformlar ülkeye konuşlandırılarak, yaygın bir terörist avına çıkıldı. NATO ve koalisyon ülkelerince, Bin Ladin başta olmak üzere üst düzey lider ve yönetici kadroların etkisiz hale getirilmesi büyük bir zafer olarak yorumlandı. Oysa El Kaide ve Taliban unsurlarının yanı sıra, terörle mücadele gerekçesiyle düzenlenen operasyonlar sırasında çok sayıda sivil katliama tanık oldukça halkın öfkesi giderek derinleşti ve büyüdü. Örneğin NATO, 2012’de Helmand ve Badghis’te düzenlenen hava saldırılarında sivil ölümlere neden olduğu için özür dilese de bu, Taliban’a Batı karşıtı kampanya için puan kazandırdı. NATO’nun ötesinde, ABD’nin düzenlediği hava saldırıları kitlesel sivil ölümlerine yol açtıkça Batı “terörle savaşan değil, terörü yaratan” bir aktör olarak resmedilmeye başlandı. ABD’nin 2015’te Kunduz’daki hastaneyi bombalaması sonucu yaşamını kaybeden doktorlar ve bebekler, 2019’da Nangahar’daki SİHA saldırısının yol açtığı tarım işçilerinin ölümü gibi onlarca elim hadise hafızalardan silinebilmiş değil. Burada bir parantez açıp Afgan toplumunun siyasi, ideolojik ve dini reaksiyonları itibarıyla (aşiret sistemi, etnik köken gibi faktörler hasebiyle) savaşçı kimliği, direnişçi karakteristiği ve radikalleşmeye yatkın yapısına dikkat çekilmeli. Tarihi serencamı da incelendiğinde Afgan toplumunun ne İngilizlerin ne Rusların ne de ABD öncülüğündeki Batı güçlerinin ülkede uzun süre barınmalarına müsaade edecek bir karakter ve yapı sergilemediği görülüyor. Nitekim, işaret edilen sivil ölümleri söz konusu baskın karakteristiğin gün yüzüne çıkmasını tetikleyici kırılma noktaları meydana getirdi.
ABD ve diğer koalisyon güçlerinin, Afganistan içi müzakerelerin dahi başlamadığı, en ufak bir uzlaşı sağlanmadığı ve Taliban’ın hızla ülkeye hakim olmaya başladığı bir süreçte Afganistan’dan çıkması, Taliban’ın tamamen lehine görünse de Taliban’ı da kolay bir sürecin beklediği söylenemez. Bu anlamda Taliban’ı yönelik algıları bakımından belki Kuzey İttifakı’nın değil ama DEAŞ ve destek verecek diğer terör gruplarının ciddi bir tehdit yönelttiği vurgulanmalı.
Taliban’ın teritoryal kazanımının arkasında yatan bir diğer faktör ise yerel, ulusal, bölgesel ve küresel aktörler arasındaki güç savaşlarıdır. Bu anlamda Taliban hem diğer aktörler arasında yaşanan rekabetin yarattığı güvensizlik ortamı ve yönetim zayıflığından beslendi hem de rekabetin yaşandığı devletler tarafından desteklenen bir vekil aktöre dönüştü.
Afganistan’daki siyasi fraksiyonlar ve savaş ağaları arasındaki mücadele Taliban’a ihtiyaç duyduğu kırılgan ortamı temin etti. Örneğin eski Devlet Başkanı Hamid Karzai’den bu yana yapılan bütün seçimler, her ne kadar demokratik standartlara uygun oldukları iddia edilse de hep şaibeli geçti. Seçimlerden iki yıl sonra dahi itirazların ardı arkası kesilmedi ve hatta en son yapılan 2019 seçimlerinin hemen akabinde Eşref Gani ve Abdullah Abdullah aynı anda galibiyetlerini ilan ederek zafer konuşması yaptılar, aynı ile kendi valilerini, kaymakamlarını atayarak istikrarsızlığı tetiklediler. Gani ve Abdullah sonradan bir uzlaşıya varmış olsalar da siyasi fraksiyonlar arasında yaşanan rekabet bir taraftan halk arasında bölünmeye diğer taraftan da seçimle başa gelen hükümetlere halkın hiçbir zaman tam anlamıyla güven duyamamasına neden oldu. Keza ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi birçok ülke kendi güç mücadelelerini Afganistan’a taşıdı, bazıları Taliban’ı resmi olarak tanırken, diğerleri ya DEAŞ'ı ya Taliban’ı ya da ikisini birden doğrudan/dolaylı olarak desteklemekle itham edildi. Bu çerçevede bölgesel ve küresel güçlerin bir taraftan Afgan hükümetiyle diğer taraftan da terör örgütüyle eş zamanlı bir işbirliği geliştirdiği sıklıkla zikredilen bir husus olageldi. Öte yandan Afganistan’ın Taliban’ın yanı sıra El Kaide, Hakkani Ağı, DEAŞ gibi kimi resmi kaynaklarda 16, bazılarında 23 olarak ifade edilen farklı terör örgütlerine ev sahipliği yaptığı not edilmeli. Örneğin halihazırda Hakkani Ağı’ndan önemli isimler, barış görüşmelerin bir parçası olarak Katar’da görüşmeler gerçekleştiriyorlar. Son olarak ülkenin, terör örgütlerinin yanı sıra, savaş ağaları ve uyuşturucu baronları gibi etkili diğer devlet dışı aktörlere de ev sahipliği yaptığına da işaret etmek gerekiyor, ki bu da çok sayıda devlet dışı silahlı/silahsız grup arasında ilişki bulunduğunu hatırda tutmamız gerektiğini gösteriyor.
Afganistan’ın geleceğine dair üç senaryo
Güvensizliğin bu denli yaygın olduğu Afganistan’da barış mümkün olabilir mi? Türkiye böyle bir ortamda nasıl bir rol ve misyon üstlenebilir? Burada üç muhtemel senaryo karşımıza çıkıyor. Birincisi, Gani hükümeti ile Taliban arasında bir anlaşma olacak; ateşkes şartları yahut barış görüşmeleri yeniden başlayacak. Anlaşma olduğu takdirde, Gani hükümeti ve Taliban arasında güç paylaşımı yapılacak ve neticede Taliban diğer devletler ve örgütlerce bir terör örgütü olarak değil, meşru bir aktör olarak muhatap alınacak. Bu anlamda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 1966 yılından beri ilan ettiği 30 yaptırım rejiminden biri olarak (El Kaide ve) Taliban Yaptırım Rejimi’nin akıbeti de değişecek.
İkincisi, ateşkes yahut müzakere olmayacak; ciddi bir direnişle karşılaşmayan Taliban teritoryal kontrolü ve bilahare ülkenin idaresini ele geçirecek. Bu da 90’ların ikinci yarısında olduğu gibi tüm güç ve yetkiyi elinde bulunduran Taliban dönemine geri dönülmesi demek olacak ki Taliban’ın şu anda ifade ettiği gibi daha ılımlı bir yapıya dönüştüğü iddiasını boşa çıkaran çok sayıda terör eylemi yaşanmaya devam ediyor. Daha da önemlisi Taliban yeniden, benimsediği radikal anlayışın tezahürü olarak sözde İslami emirlerini yayınlamaya başladı; “Kadınları ve kızlarınızı Taliban unsurlarıyla evlendirin, tek başlarına dışarı çıkmalarına müsaade etmeyin, sigara içmeyin, sakal kesmeyin” gibi...
Sonuncu ihtimal ise Afganistan’da Suriye benzeri bir iç savaş çıkması. Her ne kadar Kuzey İttifakı eskisi gibi birliktelik ve güçlü duruş sergilemese de halkın mobilizasyonu ve direnişi bir seviyede örgütlenecek ve halk kendi öz savunma sürecini başlatacaktır. Fakat kuzeydeki halkın direnişte karşılaşabileceği en büyük sıkıntı gereken iradeyi ortaya koymak değil; ekipman ve finansman sıkıntısında açığa çıkacaktır. Zira Taliban düşürdüğü ilçelerdeki tank, silah gibi tüm askeri araç gereç ve teçhizata el koymuş durumda. Ayrıca Taliban’ın önceki dönemlerle mukayese edildiğinde kuzeydeki ileri gelen aşiret liderleri ve halkın direniş göstermemesi için can bağışlama, para yardımı gibi farklı taktiklerle yaklaştığı vurgulanmalı. ABD ve diğer koalisyon güçlerinin, Afganistan içi müzakerelerin dahi başlamadığı, en ufak bir uzlaşı sağlanmadığı ve Taliban’ın hızla ülkeye hakim olmaya başladığı bir süreçte Afganistan’dan çıkması, Taliban’ın tamamen lehine görünse de Taliban’ı da kolay bir sürecin beklediği söylenemez. Bu anlamda Taliban’ı yönelik algıları bakımından belki Kuzey İttifakı’nın değil ama DEAŞ ve destek verecek diğer terör gruplarının ciddi bir tehdit yönelttiği vurgulanmalı.
Güvensizliğin bu denli yaygın olduğu Afganistan’da barış mümkün olabilir mi? Türkiye böyle bir ortamda nasıl bir rol ve misyon üstlenebilir? Burada üç muhtemel senaryo karşımıza çıkıyor. Birincisi, Gani hükümeti ile Taliban arasında bir anlaşma olacak; ateşkes şartları yahut barış görüşmeleri yeniden başlayacak.
Türkiye'nin Afganistan’daki muhtemel misyonu
Türkiye açısından değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve şu ana kadar Afganistan’da hiçbir zaman muharip unsur olarak kinetik operasyonlara katılmaması bir avantaj. Ancak Taliban'ın seküler bir ülke olarak Türkiye'nin mevcudiyetini bir baskı olarak yorumlayacağı yönünde görüşler mevcut. Keza Türkiye’nin NATO unsuru olarak kalması, Türkiye’den ziyade Batılı güçlerin ülkede kalmaya devam etmesi olarak değerlendirilecek ve Taliban’a verilen vaatlerin tutulmaması şeklinde algılanacaktır. Fakat Afgan halkı ve bilhassa kuzeydeki Türk asıllılar açısından bakıldığında Türkiye’nin varlığı son derece memnuniyet vericidir; bu anlamda ülkede barışın sağlanması için Türkiye-Pakistan dostluğundan duyulan beklenti hayli yüksek. Kaldı ki Afganistan’da, Pakistansız bir barış tahayyül etmek mümkün değil. Son olarak Türkiye’nin sadece Kabil havaalanını işleteceği; kendi emniyeti ve öz savunması için tedbir alacağı ve bu nedenle mevcut sayının korunup, ilave personel ve teçhizat alımına gidilmeyeceği ifade ediliyor. Burada Türkiye için iki önemli husus var: İlki, NATO’nun yanı sıra Pakistan, Katar, İran, Rusya gibi ülkelerle yoğun bir işbirliği içerisinde olmak; diğeri ise Afganistan’daki mevcudiyetini Gani hükümeti, NATO ve Birleşmiş Milletlerin (BM) resmi daveti ve misyonu üzerine inşa etmektir. Çok sayıda aktörün “arabulucu rolüne” büründüğü Afganistan’da Taliban’ın monolitik bir yapı sergilememesi ise muhtemel barış anlaşması ve müzakerelerin güvenilirliği ve idamesi açısından hesaba katılması gereken bir faktör. Bu anlamda hem Afganistan Talibanı ile ABD’nin terör örgütü listesinde bulunan Pakistan Talibanı (Tehrik-i Taliban Pakistan) hem de Afganistan Talibanı içerisindeki farklılıklar göz ardı edilmemeli. Aynı şekilde, Taliban’ın meşru bir aktör konumuna evrildiği durumda El Kaide gibi diğer terör örgütlerinin yeniden zuhur etmesi yahut diğer terör örgütlerinin dahil olduğu bir çatışma -vekalet savaşı içinde vekalet savaşı- ihtimal dahilinde.
AA
Yorumlar