Dünyaca ünlü ve her sene büyük merakla beklenen TED Konferanslarının'nın bu yılki açılış konuşmacısı Türk İşadamı Hamdi Ulukaya oldu.
Kanada’nın Vancouver kentinde, “Bizden Daha Büyük” temasıyla gerçekleştirilen 2019 TED Konferansındaki konuşmasında, CEO’ların gündemlerini değiştirmesi gerektiğini vurgulayan Ulukaya, “CEO’ların son 40 yıldır süregelen gündem maddelerini değiştirme vakti geldi. Bizim artık, yalnızca hissedarlara hesap veren ve tek odak noktası kârlılık olan bir yönetim biçimini benimseyen CEO’lara değil, ‘insan’ı merkeze alan anti-kahramanlar gibi Anti-CEO’lara ihtiyacımız var. Önce ‘çalışanlar’ diyen, cam kulelerinden çıkıp çalışanlarıyla omuz omuza veren yöneticiler dünyayı değiştirebilir. Topluma olan sorumluluğunu bilen, dünyanın sorunlarına karşı taşın altına elini koyarak çözümün bir parçası olmaya niyetlenen ve toplumun bir öğesi gibi hareket edebilen CEO’lar fark yaratacaktır. Son olarak, tüketiciler olarak her biriniz bir şeyleri değiştirme gücüne sahipsiniz. Demek ki CEO’lar, yalnızca yönetim kurullarına değil, asıl tüketicilerine karşı sorumludur.” dedi...
İşte Hamdi Ulukaya'nın konuşması:
2005’te soğuk bir Ocak günü yaşamımın en önemli araba yolculuğunu yaptım. New York'un kuzeyinde bir yoldaydım. Eski bir fabrikayı bulmaya çalışıyordum. Ve bir gün önce postada bir broşür bulmuştum: “Tam teçhizatlı yoğurt fabrikası satılık .” Çöpe attım gitti. Yirmi dakika sonra, broşürü çöpten alıp numarayı aradım. Fabrika 85 yıllıktı. Kapatılmak üzereydi. Gidip görmeye karar verdim.
O esnada bu yolun veya hayatın beni nereye götüreceğinden emin değildim. Küçük bir peynir dükkânım vardı ama işten nefret ediyordum. Ancak tepeler, yollar ve burnuma gelen kokular tanıdıktı. Türkiye’de, buraya benzer bir yerde, Kürt dağları yakınında büyüdüm. Ailem peynir ve yoğurt üretirdi. Çoban hikâyeleri dinleyerek büyüdüm. Fazla bir şeyimiz yoktu, ama Ay, yıldızlar, sade yiyeceklerimiz ve her şeyden önce ailemiz vardı. Sonunda okumak için Amerika’ya geldim. New York’ta çiftlikler olduğunu bile bilmiyordum. Eyaletin kuzeyine bir kez gittim, bir daha da ayrılmadım …ama kaybolmuştum.
Bir tabelanın yanından geçtim: “Çıkmaz Sokak.” Ve hemen sonra işte oradaydı, fabrika karşıma çıktı. Kokuyu hemen fark ettim. Güneşin altında bırakılmış süt kabı gibi kokuyordu. Duvarlar çok kalındı, boyalar soyulmuştu, her yerde çatlaklar vardı. Fabrika o kadar eskiydi ki sahipleri fabrikanın değersiz olduğunu düşünüyordu. Bir sıfırı eksik yazdıklarını sandım. Fiyat o kadar düşüktü ki... İçeri girdim. Bir anda etrafa bakmayı bıraktım. Tek gördüğüm insanlardı. Toplam 55 kişiydiler. Çok sessizdi… Tek işleri, tesisi parçalara ayırmak ve temelli kapatmaktı.
Rich adında bir kişi beni karşıladı, üretim müdürü. Bana etrafı gezdirip gösterdi. Çok konuşmuyordu ama her bir noktada anılarını anlatıyordu. Rich 20 yıl fabrikada çalışmıştı. Ondan önce babası yoğurt yapıyormuş hatta büyükbabası da krem peynir yaparmış. Rich’in kendini suçlu hissettiği belliydi çünkü fabrika onun zamanında kapanıyordu.
O an beni en çok etkileyen şey, buranın yalnızca eski bir fabrika olmamasıydı. Burası bir zaman makinesiydi. İnsanların hayatlarını inşa ettiği, savaşmak için bıraktıkları bir yerdi, beyzboldan ve karnelerden övünerek söz ettikleri bir yer. Ama artık kapatılıyordu. Şirket yalnızca yoğurttan değil, çalışanlarından da vazgeçiyordu. Yeterince iyi değillermiş gibi. Beni en çok etkileyen ise insanların davranışlarını görmek oldu. Gözyaşı yoktu. Öfkelenen yoktu. Sadece sessizlik vardı. Onurlu bir şekilde fabrikayı kapatıyorlardı. Çok sinirlenmiştim. CEO orada bile değildi, cam kulesinde bir yerde, önündeki hesap tablolarına bakıyor ve fabrikayı kapatıyordu. Hesap tabloları tembeldir. Size insanlar ve topluluklar hakkında hiçbir şey söylemezler. Ne yazık ki günümüzde işle ilgili birçok karar bu şekilde alınıyor.
Gördüklerimden sonra aynı kişi değildim. Eve dönerken avukatım Mario’yu aradım. “Mario, fabrikayı almak istiyorum,” dedim. Bana şöyle dedi: “Hamdi, fabrikayı kapatan, dünyanın en büyük gıda şirketlerinden biri. Yoğurt işini bırakıyorlar. Sen kim oluyorsun da işi yürütebileceksin?” “Haklısın,” dedim. Bir sonraki gün tekrar aradım ve “Mario, gerçekten almak istiyorum,” dedim. “Hamdi, paran yok," dedi, "altı aydır benim paramı bile ödemedin.”
Söyledikleri doğruydu.
Ama bir kredi aldım, ardından bir kredi daha. 2005 yılının Ağustos ayında, fabrikanın anahtarları bendeydi. İlk yaptığım iş eski 55 çalışandan dördünü işe almak oldu. Ofis müdürü Maria, atık sudan sorumlu Frank, bakım ve onarımdan sorumlu Mike ve bana fabrikayı gezdiren, üretimden sorumlu Rich. İlk yönetim kurulu toplantımızı yaptık. Mike şöyle dedi: “Evet Hamdi, şimdi ne yapacağız?” Elimde sihirli bir değnek varmış gibi bana bakıyorlardı. Mike'a dedim ki: “Ace yapı marketine gideceğiz ve boya alacağız. Sonra da dışarıdaki duvarları boyayacağız.” Hiç etkilenmedi. Bana öylece baktı. Sonra şöyle dedi: “Bunu yaparız, Hamdi, sorun değil. Ama bundan başka bir fikrin vardır umarım.” ''Elbette var.'' dedim, ''Duvarları beyaza boyayacağız.''
Gerçekten de başka hiçbir fikrim yoktu.
Ama o yaz duvarları boyadık. Bazen düşünüyorum, eğer onlara şöyle deseydim ne derlerdi, “Boyadığımız duvarları görüyor musunuz? İki yıl içinde Amerikalıların daha önce hiç görmediği ve tatmadığı bir yoğurdu piyasaya süreceğiz. Hem doğal hem de leziz olacak. Adına da Türkçe “çoban” kelimesinden gelen Chobani diyeceğiz. Ya şöyle deseydim: “Eski 55 çalışanın her birini işe alacağız veya çoğunu. Ardından 100 kişi daha. 100 kişi daha. Sonra 1000 kişi daha.” Peki ya şunu söyleseydim: “Şuradaki kasabayı görüyorsunuz. İşe aldığımız her kişiye karşılık 10 kişi için iş imkânı ortaya çıkacak. Kasaba yeniden hayata dönecek, iş makinaları yollarda olacak. Kazandığımız ilk parayla da kasabada en iyisinden bir beyzbol sahası inşa edeceğiz, çocuklarımız için. Beşinci yılımızda da Amerika’daki bir numaralı süzme yoğurt markası olacağız.” Bana inanırlar mıydı? Tabii ki hayır. Ancak bunların hepsi oldu.
O duvarları boyarken birbirimizi tanıdık. Birbirimize inandık. Her şeyi birlikte çözdük. İlk beş yıl, ben ve iş arkadaşlarım fabrikadan hiç çıkmadık. Gece gündüz. Tatillerde. Fabrikayı işe yarar hale getirmek için durmadan çalıştık. Chobani’nin en önemli yanı benim için şu oldu: Daha önce kendilerinden vazgeçilen kişiler her şeyi öncekinden 100 kat daha iyi hâle getirdi. Bugün tamamının şirkette hissesi var.
Tüm bu süre boyunca, kendi kendime sordum, bakın ben bir iş insanı değilim ve bu gelenekten gelmiyorum – tüm bunlar ne anlama geliyor? Amerikalı şirketlere göre “kâr için.” Hâkim iş düşüncesine göre “para için.” CEO oyun kitabına göre ise “hissedarlar.” Bu üçü adına birçok şey feda edildi: çalışanlar, fabrikalar, topluluklar. Bunları feda eden CEO’lar değil. CEO’ların kendileri yerine acı çekecek çalışanları var. Bu sırada CEO’ların kazançları sürekli olarak artıyor. Çok fazla kişi geride bırakılıyor.
Şunu söylemek için buradayım: Artık yeter. Bu olanlar doğru değil. Hiçbir zaman da olmadı. Kabul etmemiz gerekiyor ki Şirketlere 40 yıldır kılavuzluk yapan CEO kitabı sorunlu.
Kitap, iş dünyasıyla ilgili her şeyi anlatıyor, onurlu bir lider olmak dışında. Yeni bir oyun kitabına ihtiyacımız var. Tekrar insanlara önem veren ve kâr dışındaki şeyleri de temsil eden bir kitaba. Filmlerde doğru şeyi yapmak için farklı bir yol izleyen kişilere verilen bir ad var: Anti kahraman. İş dünyasında da aynı fikre ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Anti CEO’lara ve bir anti CEO kitabına ihtiyacımız var.
Size bu anti CEO kitabının ne olduğunu anlatayım. Anti CEO kitabının temelinde şükran duygusu var. Bugünün işletme kitabı şöyle diyor: Şirketler yalnızca kârı en maksimize etmek ve hissedarları zengin etmek için var. Açıkçası bu, şu ana kadar hayatımda duyduğum en aptalca fikir.
Gerçekte olması gereken, şirketlerin öncelikle çalışanlarla ilgilenmesi.
Birkaç yıl önce, 2.000 çalışanımızın tamamına hisse vereceğimizi açıkladığımızda kimileri bunun reklam çalışması olduğunu, kimileri de hediye olduğunu söyledi. Bunun hediye olmadığını söyledim. Başından beri bizzat gördüm, bunu yetenekleri ve sıkı çalışmalarıyla kazanmışlardı ve yapılması gereken buydu. Yeni işletme anlayışında, öncelikle çalışanlarınızla ilgilenmelisiniz. kâr hesaplamasıyla değil.
Anti CEO kitabının temelinde topluluk var. Zaten her şeye sahip olan şirketler topluluklara soruyor: “Bana ne tür bir vergi muafiyeti ve teşvik vereceksiniz?” Gerçekte olması gereken, şirketlerin sıkıntı çeken topluluklara “Size nasıl yardım edebiliriz?” diye sorması.
İkinci bir yoğurt fabrikası inşa etmek istediğimde kimse Idaho ile ilgilenmiyordu. Fazla kırsaldı, uzaktı, teşvikler vermiyordu. Oraya gittim. Yerli insanlar ve çiftçilerle tanıştım. Birlikte yemek yedik. El sıkıştık. Fabrikayı Idaho’ya kurmak istediğimi söyledim. Finansal araştırma yapmama gerek yoktu. Sonuç ne mi oldu? Oranın halkı büyük gelişme kaydediyor. Her geçen yıl yeni okullar açılıyor. Her yıl yeni bir gıda firması kuruluyor. Bazıları bana dedi ki “Eğitimli işçi bulamazsın.” Ben de, “O zaman öğretiriz,” dedim. Yerel üniversitelerle iş birlikleri yaptık ve fabrikayı inşa ederken yüzlerce kişiye ileri üretim alanında eğitim verdik. Ve bugün fabrikamız dünyadaki en büyük yoğurt fabrikası oldu.
Yeni işletme anlayışında topluluklar var. Dâhil olabileceğiniz toplulukları arayın, İzinlerini isteyin. Onlarla omuz omuza verin, duvarları yıkın ve beraber başarıya ulaşın.
Anti CEO kitabının temelinde sorumluluk var. Şu andaki kitap şöyle diyor: Şirketler siyasete bulaşmamalı. Gerçekte olması gereken, şirketler vatandaşlar olarak bir taraf seçmeli. New York'ta Chobani büyümeye ve insanları işe almaya devam ederken bir saatlik mesafedeki Utica’da Afrika ve Güneydoğu Asya’dan gelen mülteciler olduğunu hatırladım, iş arıyorlardı. Birisi, “İngilizce bilmiyorlar,” dedi. “Ben de pek biliyor sayılmam.” dedim, “O zaman çevirmen alırız.”
“Ulaşım imkânları yok.” "O zaman otobüs satın alalım, atla deve değil" dedim. Tüm bunların sonucunda, Amerika’nın en kırsal bölgelerinden birinde, Chobani’nin işgücünün %30’u göçmenler ve mültecilerden oluşuyor.
Bu sayede her şey daha da iyiye gitti.
Yeni işletme anlayışında, hükûmetler yerine şirketlerin fark yaratması daha kolay, bugünün dünyasında. Silahlı şiddet, iklim değişikliği, gelir eşitsizliği, mülteci sorunu, ırkçılık gibi konularda şirketler duruşunu seçmeli.
Son olarak anti CEO kitabının temelinde hesap verebilirlik var. Şu andaki kitaba göre CEO’lar yalnızca yönetim kurullarına sorumludur. Benim düşüncem ise CEO’lar tüketicilere karşı sorumlu olmalı. Chobani’nin ilk yıllarında, yoğurt kaplarının üstündeki 800’lü numara benim telefon numaramdı. Tüm aramalar doğrudan bana geliyordu. Aramalara ben yanıt veriyordum. Bazen duyduklarım doğrultusunda değişiklikler yapıyordum çünkü güç tüketicinin elinde. Şirketlerin var olmasının sebebi de bu. Tüketiciler olarak her biriniz bir şeyleri değiştirme gücüne sahipsiniz. Markaları ve şirketleri beğenmiyorsanız, işleyişlerinden hoşnut değilseniz onları cezalandırabilirsiniz. Doğru yaptıklarına inanıyorsanız da onları ödüllendirebilirsiniz. Günün sonunda bu sorumlulukların tümü bize ait.
Yeni işletme anlayışında önemli olan tüketiciler, yönetim kurulları değil. Şu var ki... İnsanlarınıza hak ettiğini, topluluğunuza hak ettiğini, ürünlerinize hak ettiğini verirseniz daha fazla kâr edersiniz. Daha yenilikçi olursunuz. Tutkuyla çalışan daha çok çalışanınız ve sizi destekleyen bir halk olur. Anti CEO kitabı işte bu.
O fabrikada bulduğum hazine -- iş ahlâkı, güçlü karakter, insani değerler -- bunları tüm dünyaya yaymaya ihtiyacımız var.
Kardeşlerim, Dünyadaki tüm topluluklarda, dışarıda bırakılan ve geride kalan kişiler ve yerler var. Ancak ruhları hâlâ güçlü. Tek istedikleri bir şans daha, onlara bir şans daha verecek kişileri bekliyorlar, aynı şeyleri tekrar inşa etmek yerine daha iyisini yapacak kişileri bekliyorlar. Yatırımın getirisi ile iyilikseverliğin getirisi arasındaki fark bu. Azami kâr ile gerçek zenginlik arasındaki fark bu. New York’un kuzeyindeki küçük bir kasaba veya Idaho’da bunlar yapılabiliyorsa dünyadaki her şehirde, kasabada, köyde de yapılabilir.
Zaman duvar inşa etme zamanı değil, zaman duvarları boyama zamanı. Renk seçimini size bırakıyorum. Çok teşekkürler.
Yorumlar