Türker, İbnü’l-Arabî Geleneği başlıklı İslâm Düşüncesi semineri serisinde hal ilmi olarak kabul edilen tasavvufun İbnü’l-Arabî’yle birlikte metafizik bir yapıya dönüştürdüğünü belirterek, bu ilmin vahdet-i vücûd öğretisiyle olan ilişkisine değindi.
Tasavvufta Varlık ve Mevcut İlişkisi
Vahdet-i vücûd anlatısını maddeler halinde özetlemek mümkündür diyen Türker, bunlardan ilkini şu şekilde zikretti. “Varlık tek bir şeydir ve her bir nesne bu tek olan Varlık’ın bir zuhuru ve ismidir. Cevher-araz ontolojisi, var olan şeylerin tamamını, bir herhangi bir şeyin sıfatı veya hali olmaksızın var olmak anlamında; iki cevher ile bir taşıyıcının sıfatı veya hali olarak var olmak anlamında araz şeklinde ikiye ayırır. Mesela masa bir cevherdir, zira var olduğunda herhangi bir şeyin sıfatı veya hali değildir. Masanın rengi, biçimi gibi durumlar ise arazdır, çünkü masaya ilişirler ve ancak onun bir sıfatı ve hali olarak var olurlar.”
Türker, vahdet-i vücûd anlatısının bir diğer maddesini Varlık ve mevcut ilişkisi bağlamında değerlendirdi. “Felsefe geleneğinin âlem tasavvuru şu şekilde özetlenebilir: Âlem yoktan yaratılmıştır, varlığını Tanrı’nın varlığından almıştır. Bir bütün olarak âlem ezelden beri vardır çünkü Tanrı zâtı nedeniyle varlık verir. Âlem, madde ve suretten oluşmuştur ve bunlar kesinlikle oluş ve bozuluşa konu olmaz, ezelden ebede varlıklarını sürdürürler. Âlemin bir kısmı hem suret hem de maddeden oluşmuştur ki bunlar cisimlerdir. Cisim mutlaka sınırlı olacağından cismanî âlem sınırlıdır. Cismanî âlemin merkezi dünyadır ve bütün küreler dünya etrafında döner.”
İbni Arabî’nin Sudûr Düşüncesi
Türker, İbnü’l-Arabî’nin sudûr düşüncesini tevarüs ederek, sudûrcu metafiziği yani Tanrı ve âlem arasında kesintisiz bir nedensel ilişkiyi miras alıp dönüştürerek nesnesi bulunmayan sıfatların nasıl olup Tanrı’da ezelden var olabileceği sorununa çözüm önerdiğini belirtti. “Sudûrcu metafiziğin determinist yapısı, Tanrı ile sadece ilk yaratılan nesne arasında doğrudan bir ilişki olduğuna imkan veriyor ama diğer yaratılmış nesneler ile Tanrı arasında doğrudan ilişkiyi imkansız kılıyordu. İbnü’l-Arabî varlığın birliğini iddia etmekle bu soruna iki aşamalı çözüm getirdi. Çözümün birincisini, varlığın birliği ve tekliği ilkesi oluşturur. İkincisi, İbn Sînâcı varlık-mahiyet ayrımından hareketle sudûrun içerdiği nedensel sıralamanın dinî düşünceye dâhil edilmesidir.”
İbnü’l-Arabî’nin kelam geleneğinin sıfatları hususundaki duyarlılığını ilâhî isimler üzerinden temin ettiğini söyleyen Türker, onun düşüncesinde ilâhî isimlerin Tanrı-âlem irtibatını kurduğunu söyledi. “İbnü’l-Arabî’ye göre sıfat ve isimler nispetlerden ibarettir, zâta ilave anlamlar değildir. Diğer yandan Tanrı kendinde münezzeh yani bütün yaratılmışlar aşkın Varlık olmasına rağmen sıfatları ve fiilleri itibariyle müşebbeh yani bütün yaratılmışlara içkin Varlık’tır. Bu sebeple Tanrı hem bütün isim ve sıfatların hakiki sahibidir ve Tanrı’dan başka Varlık olmadığından bütün isim ve sıfatlar onun zatına özdeştir hem de kendinde bütün isim ve sıfatlardan münezzehtir.”
Sonuç olarak İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin Allah’ın isim ve sıfatlarını onun zatının aynısı olarak gördüklerini belirten Türker, Allah’ın isim, sıfat, şen ve itibarlarına başkalık, icmal ve tafsil itibariyle ilim mertebesinde ortaya çıktığını izah etti. “İbnü’l-Arabî bir yandan önceki sûfîlerin burhanı olmuş, diğer yandan da sonraki sûfîlerin hücceti olmuştur. Bütün bunlara rağmen vahdet-i vücûd konusunda birçok ince konu gizli kalmış ve derin sırlar bir türlü açığa çıkamamıştır.”