Bir çok dinsel inanışın temelinde mitolojik anlatımlar yatar. Bu anlatımların ne kadarı gerçek, ne kadarı düştür, her zaman tam olarak ketirmek mümkün değildir. Bir birlerinden kopuk, mantık sınırlarını aşan, neredeyse masala dönüşmüş eskiye dair anlatımlardır mitolojiler.
İşte bunların geçmişte yaşanan kimi doğal ve toplumsal olayların zamanın sarsıcı depremine uğrayıp, kırıntılar halinde, hayali unsurlarla bezenerek günümüze ulaşmaları biçiminde değil de, gerçeğin ta kendisi olduğuna inanılması, günümüz dinlerinin oluşmasına kaynaklık etmiştir.
Aynı şey Çin mitolojisi ile Çin’de oluşan veya başka yerde oluşup burada yayılan dinler arasındaki ilişkide de açığa çıkar. Çin’in en yaygın dinlerinden olan Konfiçyus, Tao ve Buda dinleri gerçekte kaynaklarını mitolojik anlatımlardan almaktadırlar.
Dinle mitoloji arasındaki bağın en belirgin gözüktüğü anlayış ise Taoizmdir. Bu yüzden bu yazımda daha çok Tao inancı üzerinde duracağım.
Tao inancı
Öncelikle de ‘’Tao’’ kavramının açıklanmasında yarar vardır. Tao, mutlak olandır. Herşeyin oluşumuna önayak olan kainatın anasıdır. Tao, en eski okyanusun dibinde bulunan, yumurta şeklindeki kaostur aynı zamanda. (Dietrich Steinwende, Dietmar Först: Die Schöfungsmythen der Menscheit, S. 84).
Tao(veya Dao) Herşeyin ana kaynağıdır. Bir nevi herşeyi doğuran ana tanrıçadır.
Taoculuğun mitolojik yaradılış mitolojisine geçmeden önce, Tao kavramının nasıl da diğer halkların yaratıcı gücüyle benzerlikler taşıdıklarına değinmek istiyorum. Aralık 2011’de Arkadaş gazetesinde konuya ilişkin şunları söylemiştim:
‘’.. Hititlerde tanrıya denk gelen kavram ‘Şiu’dur. Bunun da İndo-German dilindeki ‘Dieu’dan geldiğini Hitit/Hatti Anita tabletlerinden biliyoruz. Anlamı da ışık veya Güneş tanrı(sı) demektir. Eski inanışlara göre ışık ve Güneş her şeyin anasıdır. Günümüz Kürtçesinde halen ana kavramı için kullanılan ‘Dê/Dayê‘ kelimelerinin Dieu/Şiu arasındaki benzerlik dikkat çekicidir… Şiu kavramı değişik Hint-Avrupa’lı kavimlerin tanrılarıyla da benzer özellikler taşımaktadır. Şiu’nun Dieu ile bağlantısına değindik. Benzer şekilde Latinlerin Deus isimli tanrısı ‘Işıldamak’ anlamından türemektedir. Bunun Grekler’deki karşılığı ‘Theos’tur. En eski şekli ise bilindiği gibi Zeus’tur. Bunlar da Güneş tanrısına denk gelmektedirler ve kökenleri ana tanrıçaya kadar uzanırlar.’’
Tao/Dao kavramları da dê/dieu/teo kavramlarıyla hem içerik, hem de retorik bakımdan benzerlikler taşımaktadırlar.
Dev varlık Pangu
Tao, başlangıçta henüz amorf halinde bir kozmik yumurta şeklindeyken, karanlıklarla kaplıydı. Zamanla içinde ‘’Pangu(P‘an ku)’’ doğar. Bu beş elementten oluşur. Yumurta, içinde doğan Pangu’yu korur, besler. Pangu uzun yıllar yumurtanın içinde bir yandan beslenirken, bir yandan da uykusuna devam eder. Derken dev bir varlığa dönüşür. Yumurtaya sığamaz olur. Yumurtanın kabuğu çatlar, ikiye bölünür. Yukarı kısmı berrak, aydınlık gökyüzüne(yang), alt kısım ise karanlık toprağa; yeryüzüne(yin) dönüşür. Taoist felsefede karşıtların birliği düşüncesini görmek mümkün.(Clio Whittaker, Die Mythen Asiens)
Kabuğun kırılması, aynı zamanda Pangu’ya kapalı alandan kurtuluşu, yani bir çeşit özgürlüğü de sağlar, diye düşünüyorum. Çünkü Pangu yumurta parçalarının tekrar birleşebilecekleri korkusuna kapılır. Bunu engellemek için ayağa kalkar. Başıyla gökyüzünü taşırken, ayaklarıyla da yeryüzünü aşağı duğru itekler. Pangu günde üç metre uzamaktadır. Bu, gökle yerin de günde üç metre bir birlerinden uzaklaşmaları demektir. Bu durum 18.000 yıl sürer.
En sonunda Pangu, gökle yerin bir daha üst üste kapanamayacak kadar bir birlerinden uzaklaştıklarına kanaat getirince, tekrar uzanır ve uykuya dalar. Tekrar uykuya dalması, onun aynı zamanda ölümü demektir.
Ancak bu sıradan bir ölüm değildir. Onun dev bedeninden koca bir evren oluşur.
Örneğin gözlerinden Ay ile Güneş oluşur. Etinden toprak ve ağaçlar, sesinden gök gürültüsü ile şimşek, gözyaşından yağmur, kanından ırmaklar, damarlarından yollar, saçlarından yıldızlar v.d. doğal elementler oluşur. Bedeninde yaşayan çeşit çeşit parazitlerden de değişik insan topluluklarının, yani halkların oluştuğuna inanılır.
İlk evrenin yumurtaya benzeyen bir kaosu andırdığı fikrine Hindu ve kimi Afrika halklarında rastlamak da mümkündür.
Ölümden doğan hayat
Pangu, ölerek bir nevi hayata imkan sağlamıştır. Kaostan düzenli bir evren yaratmıştır. Böylelikle kendini feda etmiştir. Tanrısal güçlerin insanlık veya tabiat için kendilerni feda etme geleneğin bir çok mitolojik anlatım ile dinsel inanışta bulmak mümkündür. Daha önceki sayılarda veriğim iki örneği izninizle tekrar etmek istiyorum. Bunlardan biri, Hz. İsa’nın çarmıha gerilişine ilişkindir. Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın insanlığı günahlarından arındırmak için kendisini feda ettiğine inanılır. Yine Mezopotamya’da tanrılar tanrısı Marduk’un da her yıl yeni bir hayata olanak tanımak için sembolik olarak öldüğünü, bunun için ayin ve törenlerin yapıldığını biliyoruz. Hayatın ölümden doğduğu düşüncesi oldukça eskidir.
İnsan başlı, ejder bedenli tanrıça
İnsanların Pangu’nun bedenindeki parazitlerden oluştuğunu dile getiren söylencenin yanında, başka bir yaratılış mitosu daha vardır. Bu anlatımın Tevrat’taki yaratılışla ne kadar benzeştiğini görmek mümkün.
Buna göre Evrenin başlangıç sürecinde Nungua isimli bir tanrıça vardı. Bedeninin üst kısmı insan, alt kısmı ise yılan(ejder)dı. Evrendeki bir çok güzellik hoşuna gitmekle birlikte, oldukça çok yalnızlık çekiyordu. Birlikte konuşup, birlikte gülecekleri birilerine ihtiyaç duydu. Günün birinde kendi şeklinde bir varlık yaratmaya karar verdi. Nehrin altında çökelmiş çamuru çıkartarak ona şekil verdi. Ancak alt tarafını yılan biçiminde değil de, iki ayak biçiminde şekillendirdi. Eserini tamamlayıp yere koyduğunda, canlandı ve ortalıkta gülüşerek, hoplayıp zıplamaya başladı. Nungua eserini çok beğenir ve aynısından daha çok yapmaya, tüm yeryüzünü onlarla kaplamaya karar verir.
Gün boyu çalışır, çok sayıda insan yapar, ancak bu şekilde devam edemeyeceğini, bunun çok zaman alacağını düşünür. Elindeki asma dalını su altındaki çamura daldırıp çıkartır, ondan dökülen çamurlar da küçük insanlara dönüşür. Böylelikle kısa sürede yeryüzü insanlarla dolar. Derler ki, Nugua’nın kendi elleriyle yaptığı inanlar mutlu ve zengin olurken, yere düşen çamurlardan kendiliğinden şekillenenler ise yoksul ve mutsuz olmuşlar.
Nungua bu insanların türlerinin devamı gerektiğini düşünüp, sonradan onları kadın ve erkek biçiminde gruplandırır. Burada kadın ve erkeğin eşitliği fikrini cılız da olda görmek mümkündür. Biri diğerinden önce yaratılmıyor, kadın da erkeğin uzuvlarından oluşmuyor.
Bu anlatımla Sümer yaratılış mitolojisi arasında da paralellikler vardır. Orada da Tanrının insanı kendi elleriyle, kendi benzerinde çamurdan yaptığı anlatılır.
Asi çocuklarını öldürten tanrı
Efsaneye göre doğu okyanusunun öte tarafında, denizin içinde bir dut ağacı vardı. Bu ağaçta da 10 adet Güneş oturmaktaydı. Bu 10 güneş doğu tanrısı Dijun ile Güneş tanrıçası Xihe’nin çocuklarıydı. Her sabah, sırasıyla bu güneşlerden biri ana tanrıçanın taşıdığı bir arabanın içinde gökyüzünde hareket eder, yeryüzüne yüreklerindeki ısı ile gözlerindeki ışıkları yayarlardı.
Ancak günün birinde yavru Güneşler isyan eder ve hep birlikte gök yüzünde görünürler. Onlar daha çok işin eğlencesindeyken, bu tutumlarıyla yeryüzüne, toprağa, ağaçlara, hayvan ve insanlara zarar verdiklerinin hiç bir şekilde farkına varmazlar.
Dijun ile Xihe çocuklarının bu yaptıklarından ötürü insanlara acımaya başlar. Çacuklarını bu kötü oyundan vazgeçirtmeye çalışırlar. Ancak hiç bir sonuç alamazlar. Bunun üzerine baba Dijun çaresiz bir şekilde ünlü okçu Hou Yi’yi görevlendirir. Ona bir yay ile bir ok torbası verir. Hou Yi eşi Chang ile yola koyulurlar. İsyankar Güneşleri sözlerle ikna edemeyeceğinin bilincindedir o. Bu yüzden oklarını teker teker yaya yerleştirip Güneşleri bir bir vurarak aşağı indirir. Ancak ruhları birer üç ayaklı kargaya dönüşmüş bir şekilde.
Yalnız, yeryüzünün kralı Yao, son anda dünyanın bütünüyle Güneşsiz kalmaması için olaya müdahale edip, oklardan birini Hou Yi’nin torbasından çıkartır.
Neticede Hou Yi insanlar tarafından bir kahraman olarak karşılanır. Ardından eşiyle birlikte, bu başarısının müjdesini tanrı Dujin’e bildirmek üzere gökyüzüne çıkarlar. Ancak Dujin onları güler yüzle karşılamak yerine görmezden gelir. Hou Yi’ye hitaben ‘’Bu görevi benim sana verdiğim doğrudur, ancak yine de neredeyse tüm oğullarımı öldürdün. Sana bakmaya içim el vermez’’ der. Sonra da beklentilerinin aksine onlara gök yüzünde bir mekan sunmak yerine, onları bir nevi cezalandırarak tekrar yeryüzüne geri gönderir.
Dujin’in kararına en çok kızan Chang olur. Çünkü kendisinin değil, eşinin işlemiş olduğu bir suçtan ötürü kendisi de aynı şekilde cezalandırılmıştır.
Sadakati yok eden ölümsüzlük isteği
Doğu tanrısı Dujin’den umduğunu bulamayan karı koca yeryüzünde yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Ancak olaydan en çok etkilenen ve canı sıkılan Chang’dır. Eşi Hou Yi ne de olsa avlanmayla zamanını geçiştirebilmektedir. O ise cansıkıntısı içindedir. Üstelik gökler dünyasından geri çevrilmeleri onları her insan gibi tekrar ölümlü kılmıştır. Onu koyu bir ölüm korkusu sarar. Günün birinde yeraltı ölüler dünyasına ineceğini düşünür. Tek çare, Batı tanrıçasına sığınmaktır. Eşini tanrıçaya göndermeye ikna eder. Hoi Yi başından geçenleri bir bir tanrıçaya anlatır. Tanrıça etkilenir ve ona iki doz hayat iksiri verir. İki insanın sonsuz bir şekilde yeryüzünde yaşaması için yeterliymiş bu iksir. Ancak insanın tanrısal ölümsüzlüğe kavuşması için iki dozu birden alması gerekiyormuş.
Hoi Yi eve gelir, durumu eşine anlatır. İksiri eve bırakır. Uygun bir günde eşiyle birer doz alıp sonsuz yaşama kavuşmaktır isteği. Ancak dışarı çıkınca eşi Chang’ın aklına başka bir fikir gelir; ‘’iki dozu birden alıp tanrıça olmak varken, neden bu yeryüzünde sonsuza dek yaşamak zorunda kalayım ki? Neticede olayda benim suçum yoktu, eşimin yüzünden haksız yere cezalandırıldım’’ diye düşünür. Ve tanrısal ölümsüzlük aşkıyla iki dozu birden alır.
Sadakatsizliğin cezası yalnızlık
İki doz iksiri alan Chang, yavaş yavaş havalandığını hiseder. Sevincinden uçacak gibidir. Derken içine bir kuşku düşer, ‘’Ya tanrılar iksiri eşimle bölüşmedim diye beni aşağılayıp dıştalarsa?’’ diye sorar kendi kendine. Bu yüzden önce Ay’a uğramaya karar verir.
Ay’a vardığında, orada büyük bir ıssızlık içinde tek bir ağacın altında yaşayan bir tavşanın mevcut olduğunu görür. Yalnızlık canını sıkar ve göğe çıkmak için tekrar havalanmak ister. Ancak ne görsün, tüm enerjisi tükenmiştir. Havalanacak durumda değildir artık.. Böylece ömür boyu o ıssızlık içinde yaşamaya mahkum kalır.
Cemal Özçelik - arkadaş.ch
Yorumlar